Verdiği Sözü Turmak – Tutamayacağı Sözü Vermemek
Ahde Vefa; Doğruluktan ve dürüstlükten şaşmadan sözünü tutma, sözünde durma anlamına gelmektedir. Verilen sözlere, yapılan anlaşmalara ve konuştuklarına bağlı kalmaktır ahde vefa.
Hukuki bağlayıcılık açısından bir sözün, bir anlaşmanın geçerli olabilmesi için özgür irade ile verilmiş, yapılmış olması lazımdır. Hakeza verilen sözün yerine getirilip getirilmemesi de yine özgür irade ile olmalıdır. Yani birinden zor kullanılarak söz alınması veya ona zor kullanılarak sözünden döndürülmesinin bir bağlayıcılığı yoktur.
Özgür irade ile verilen her sözün, yapılan her anlaşmanın muhakkak bir karşılığı, bağlayıcılığı vardır. Hem bu dünyada birilerini veya bazı otoriteleri şahit tutarak verilen sözler ile yapılan anlaşmaların hem de Kalu-belada, yani yaratılıştan önce insanın ruh formunda yaratıcısına verdiği sözün muhakkak surette bir karşılığı vardır, olacaktır.
Bunu hemen her devletin yasa ve anayasalarında, hem de Yüce Allah’ın insanlara rehber olarak gönderdiği Kur-an’ı Kerim’de görebiliriz.
“Ey âdemoğulları! Size şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır ve bana kulluk ediniz, doğru yol budur, demedim mi? (Sizden bu ahdi almadım mı?) (Yasin Suresi 60-61. Ayetler)
“İşte bu size vaadedilen cehennemdir.” (Yasin Suresi 63. Ayet)
“Verdiğiniz sözü de yerine getirin; çünkü herkes verdiği sözden mutlaka sorguya çekilecektir.” (İsra Suresi 34. Ayet)
Yüce Allah (cc) samimi, dürüst ve gerçek takva sahibi kullarını tanımlarken imanın esasları olan, Allah’a, Ahiret gününe, Meleklere, Kitaplara ve Peygamberlere inanma, İslam’ın şartları olan namaz ve zekât ibadetleri ile birlikte verdiği sözde durmayı da sahip olunması gereken vasıflardan biri olarak belirtmektedir.
“Yüzlerinizi doğu ya da batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik; Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere inanan; malını sevdiği halde akrabasına, yetimlere, yoksullara, yolda kalan gariplere, dilenenlere, hürriyetine kavuşmak isteyen köle ve esirlere veren; namazı dosdoğru kılıp zekâtı ödeyen, antlaşma yaptığında sözünde duran; sıkıntı, darlık, hastalık ve şiddetli savaş zamanlarında sabredenlerin yaptığıdır. Kulluklarında samimi ve dürüst olanlar işte bunlardır; gerçek takva sahipleri de yine bunlardır.” (Bakara Suresi 177. Ayet)
Demek ki verilen söze sadakat hem imanın şartları hem de İslam’ın esasları kadar önemlidir, gereklidir. Bunu Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (sas) hem hayatında hem de sözlerinde gayet net bir şekilde görebiliriz.
Tabi şunu da belirtmekte fayda var. Verdiği söze sadık kalmak kadar, tutamayacağı sözü söylememek de önemlidir. Zira tutamayacağı sözü söylemek daha en başından muhatabını yanıltmak, kandırmaktır. Bunun da vebali en az sözünü tutmamak kadar ağırdır.
Peygamber efendimizin şu sözünü sanırım her Müslümanın bir levha olarak evinde bulundurması, bir düstur olarak hayatının merkezine koyması gerekir. Her sabah evinden çıkarken gün boyunca vereceği sözleri ve he akşam evine dönerken o gün verdiği sözleri bu hadisin ehemmiyeti ile vermeli, düşünmeli, değerlendirmelidir.
"Emanete riayet etmeyenin imanı yoktur; ahde vefa göstermeyenin ise dini yoktur."
Tam olarak da yukarıdaki ayetin tefsiridir bu hadis. Yani, din ve imanın esaslarından biri de söze sadakat yani ahde vefadır.
Hicretten 6 yıl sonra Müslümanlar ile Mekke’li müşrikler arasında Hudeybiye Antlaşması imzalanırken yaşanan bir hadise Hz. Muhammed’in söze verdiği değer bizler için müthiş bir ders niteliğindedir.
Antlaşma metni henüz hazırlanırken, Mekkeli müşrikler adına taraf olan Süheyl b. Amr"ın oğlu Ebû Cendel, ayaklarına vurulmuş pranganın zincirleriyle çıkageldi Allah Resulü"nün huzuruna. İslâm’ı kabul ettiği için ayaklarından prangaya vurulmuş olan Ebû Cendel, müşriklerin ellerinden kurtulup, Hudeybiye’ye kadar gelmiş olan Hz. Peygamber’e sığınmıştı. Ancak Hz. Peygamberle Mekkeli müşrikler arasında imzalanmak üzere olan antlaşmada, Mekkelilerden Hz. Peygambere sığınanların İslâm’ı kabul etmiş olsalar dahi Mekkelilere geri verileceğine dair bir madde vardı.
Tarafların antlaşma üzerinde konuştukları esnada gerçekleşen bu iltica üzerine Süheyl, antlaşma gereği oğlu Ebû Cendel’in kendisine teslim edilmesini istedi. Müslüman olan Ebû Cendel, müminlere yönelerek yalvardı, kendisine işkence edildiğini söyledi. Zaten ne kadar çok işkenceye uğradığı her hâlinden belli idi. Yürekleri parçalayan bu manzara karşısında Hz. Peygamber, Ebû Cendel’i babasına teslim etmek istemedi. Hatta Ebû Cendel’i kendi yanlarına aldıktan sonra antlaşmayı imzalamasını ona teklif etti. Ancak Süheyl bunu kabul etmedi. Sonunda Ebû Cendel’i müşriklere teslim eden Hz. Peygamber, üzerinde anlaşmak üzere oldukları bir ahdi yerine getirdi ve Ebû Cendel’e sabretmesini tavsiye etti. Ebû Cendel’in yakarışı orada bulunan müminleri ağlattı ise de bir süre sonra durum Müslümanların lehine döndü.
Benzer bir olay Ebû Basîr’in başından geçmişti. Kureyş asıllı olmasına rağmen, sırf Müslüman olduğu için tutuklanan Utbe b. Esîd es-Sekafî, nâm-ı diğer Ebû Basîr, bir yolunu bulup kavminin elinden kaçtı. Medine’ye gelerek Hz. Peygamber’e sığındı. İmzalanan Hudeybiye Antlaşması’na dayanarak Ebû Basîr’in iadesini isteyen Ahnes b. Şerîk ve Ezher b. Abdiavf ez-Zührî, Resûlullah’a hitaben bir mektup yazdılar ve iki elçiyle birlikte Hz. Peygamber’e gönderdiler. Elçilerin getirdiği mektubu Übey b. Kâ-b’a okutan Hz. Peygamber, Ebû Basîr’i çağırtıp antlaşma gereğince kendisini teslim etmek zorunda olduğunu söyledi.
Bunun üzerine Hz. Peygamberin dudaklarından tarihe yazılacak şu sözcükler döküldü: “Ey Ebû Basîr! Bildiğin gibi biz bu kavme (bir söz) verdik. Dinimize göre bize, ahde vefasızlık yapmak yaraşmaz...” Sonra da Ebû Basîr"i teselli etti ve Allah’ın ona mutlaka bir çıkış yolu göstereceğini belirtti.
Mekke’den gelenler, Ebû Basîr’i teslim alarak yola çıktılar. Yemek molası verdikleri Zü’l-Huleyfe’de Ebû Basîr, içlerinden birini oyuna getirerek kılıcını aldı ve onu öldürdü. Kendisinin de öldürüleceğini anlayan diğeri ise kaçıp Medine"ye gitti. Arkadaşının Ebû Basîr tarafından öldürüldüğünü, kendisinin de öldüreceğini söyleyerek Hz. Peygambere sığındı. Çok geçmeden öldürdüğü adamın kılıcını kuşanan Ebû Basîr de çıkageldi ve Hz. Peygambere, “Ey Allah’ın Peygamberi! Allah sana ahdini yerine getirtti, beni onlara geri verdin. Sonra da Allah beni onlardan kurtardı.” dedi.
Ebû Basîr, öldürdüğü adamın eşyalarını, binitini ve kılıcını kastederek, “Yâ Resûlallah! Bunların beşte birini ayırıp al.” dedi. Hz. Peygamber ise, “Eğer bunun beşte birini alırsam onlarla anlaştığım konuda kendilerine verdiğim sözü yerine getirmediğimi düşünürler.” buyurdu. Ardından Hz. Peygamberin, “Hayret! Adam, yanında birileri daha olsa harbi kızıştıracak.” dediğini işiten Ebû Basîr, yapılan antlaşma gereği Hz. Peygamber’in kendisini yeniden iade edeceğini anladı ve Medine’yi terk etti. Kureyş’in ticaret kervanlarının geçtiği, Mekke ile Şam arasında bulunan Iys mevkiine yerleşti. Kısa zamanda burası, Müslüman olarak Mekke’den kaçan fakat antlaşma gereği Hz. Peygamberin kabul edemediği ya da Mekkelilere iade ettiği Ebû Cendel ve benzeri Müslümanların oluşturduğu bir karargâh hâline geldi.
Ebû Basîr"in getirdiği ganimeti, dolaylı olarak da olsa, antlaşmaya muhalefet olarak değerlendiren Allah Resûlü, müşriklerden kaçan kişinin sığınma talebini de kabul etmemiştir. Böylece doğrudan veya dolaylı olarak antlaşmaya aykırı davranışlardan kaçınılması gerektiğini göstermiştir. Hatta, “Kim bir zimmiyi (antlaşmalı bir gayri müslim vatandaşı) antlaşmalıyken öldürürse Allah ona cenneti haram kılar.” buyurmak suretiyle de, antlaşmaya muhalefet eden kişinin cehennemle cezalandırılacağına dikkatleri çekmiştir.
Muhammed-ül Emin
Cahiliye adetlerinin bütün çeşitleriyle hüküm sürdüğü Mekke toplumunda, ahdine vefa göstermekte son derece hassas olan ve verdiği sözü mutlaka tutan Hz. Peygamber, daha peygamber olmadan önce dahi “Muhammed-ül Emin” (Güvenilir Muhammed) olarak şöhret kazanmış, onun bu özelliğini can düşmanları bile itiraf etmekten kendilerini alamamıştır. Henüz Müslüman olmayan Ebû Süfyân, ticaret amacıyla Şam’a gittiğinde, peygamberlik iddiasında bulunan Muhammed hakkında kendisinden bilgi almak istediğini söyleyen Rum Kayseri Hirakl ile aralarında geçen konuşmayı şöyle anlatmaktadır:
“(Hirakl), "Peygamberlik iddiasında bulunmadan evvel onu hiç yalan söylemekle itham etmiş miydiniz?" dedi. Ben, "Hayır." dedim. "Sözünde durmazlık eder miydi?" dedi. "Hayır, dedim.”
Daha sonraki zamanlarda bunu soranlara Ebû Süfyân, arkadaşları tarafından yalanlanacağı korkusuyla gerçeğe aykırı şeyler söyleyemediğini itiraf etmiştir.
Arkasında durulmayan ve gereği yerine getirilmeyen söz, Peygamberimiz tarafından kişinin üzerindeki münafıklık alâmeti olarak zikredilmektedir.
“Allah'a karşı verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bedelle değiştirenlere gelince, işte bunların ahirette bir payı yoktur. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için acı bir azap vardır.” (Ali İmran Suresi 77. Ayet)
Allah Resûlü, câhiliye döneminde yapılmış olsalar bile, antlaşmalara riayet edilmesini tavsiye etmiştir. Hakeze vasiyeti için de aynı durum söz konusudur. Bu nedenle Hz. Peygamber"in vefatından hemen sonra halife seçilen Hz. Ebû Bekir, Bahreyn’de görevli olan Alâ b. Hadramî’nin oradan getirdiği malın yanında durup insanlara şu çağrıda bulunmuştur: “Kimin Hz. Peygamber"den (sav) bir alacağı varsa ya da kim ondan bir söz almışsa bize gelsin.” Bu çağrı üzerine Câbir öne çıkarak, “Resûlullah bana şunu şunu vereceğini vaad etmişti.” dedi. Resûlullah"ın vaadini yerine getirmek isteyen Hz. Ebû Bekir de üç kez avuçlarını doldurarak, ona dediği miktarı vermiştir.
Hz. Peygamber"in, hile ve aldatmanın meşru görülme eğiliminin hâkim olduğu savaş hâlinde bile, “Yaptığınız antlaşmaları bozmayın.” tavsiyesinin yanında, şartlar değişmiş olsa da yapılan antlaşmaların süresi içinde geçerliğini koruduğuna vurgu yapması anlamlıdır. Hatta antlaşmalı birini, antlaşma süresi sona ermeden öldüren kimseye Allah"ın cenneti haram kılacağını vurgulamıştır.
Ne için ya da ne olduğu değil, Sözün verilmiş olması bizatihi önemlidir.
Kime ve neden verildiği değil, bizzat sözün kendisi esastır, değerlidir ve önemlidir. Dolayısıyla sadece hukukî antlaşmalar ya da resmî sözleşmeler değil, büyük küçük, kadın erkek toplumun her ferdini ilgilendiren günlük hayata dair vaatler de bağlayıcıdır. Bu nedenle kişi, kendi çocuklarına verdiği sözü bile küçük görüp, basite alıp savuşturmamalıdır.
Bir Müslümanın verdiği söz tüm Müslümanlar için bağlayıcıdır.
Öte yandan Hz. Peygamber, tek bir vücut gibi gördüğü müminlerden birinin verdiği sözü diğerleri için de bağlayıcı görmüştür. “Statülerine bakılmaksızın bütün Müslümanların verdiği zimmet (güvence) eşittir.” ifadesiyle Allah Resûlü, bir taraftan hak ve sorumlulukta Müslüman bireylerin eşitliğini ortaya koyarken, diğer taraftan onların bir kimseye karşı tanıdıkları güvence konusunda ortak bir yükümlülüğe sahip olduklarını da hatırlatmaktadır.
Hz. Peygamber"in bu konudaki duyarlılığını açıkça ortaya koyan bir olayı, niçin Bedir Muharebesi’ne katılamadığını açıklayan Huzeyfe el-Yemânî bize şöyle anlatmaktadır: “Bedir Savaşı"na şu nedenle katılamadım ki, babam Huseyl ve ben birlikte (savaşa katılmak için) yola çıkmıştık. Kureyşli müşrikler bizi yakaladılar ve "Siz Muhammed’e katılmaya mı gidiyorsunuz?" diye sorguya çektiler. "Hayır. Ona katılmaya gitmiyoruz, biz sadece Medine’ye gidiyoruz." dedik. Ve bizden Medine’ye gitsek bile Hz. Peygamber ile birlikte savaşa katılmayacağımıza dair Allah’ın adıyla söz ve yemin aldılar. Allah Resûlü"nün (sav) yanına gidip durumu ona anlattığımızda, "Siz geri dönün. Biz onlara verdiğimiz sözü tutarız, onlar karşısında yardımı da Allah"tan isteriz." buyurdu.”
Şu da var ki, Müslümanların kendi aralarında yaptıkları ticarî antlaşmalar veya birbirlerine verdikleri sözler zaman zaman taraflardan birine mağduriyet yaşatabilmektedir. Nitekim Medine"de iki kişi, bir hurma bahçesinin meyvesi üzerinde para peşin, mal veresiye olacak şekilde anlaşmışlardı. Ancak o sene ağaçlar meyve vermedi. Ortaya çıkan zarar üzerine aralarında tartışma oldu. Problemi kendisine ilettiklerinde, Hz. Peygamber satıcıya, “Onun malını neye karşılık helâl sayıyorsun? Ona ücretini geri ver.” şeklinde tavsiyede bulundu. Anlaşmazlığın kaynağı olan ticaret tarzını, yani henüz olgunlaşmamış hurmanın satışını yasakladı. Daha da önemlisi, “Kim bir Müslüman"ın kendisiyle yaptığı alışverişten vazgeçmesine onay verirse, Allah da onun günahlarını bağışlar.” buyurmak suretiyle, başka bir erdeme atıfta bulundu.
Ubâde b. Sâmit"ten nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Bana kendi adınıza altı şeyin güvencesini verin, ben de size cennetin güvencesini vereyim: Konuştuğunuzda doğru söyleyin, söz verdiğinizde sözünüzü tutun, size (bir şey) emanet edildiğinde ona riayet edin, iffetinizi koruyun, gözlerinizi (bakılması yasak olandan) sakının ve ellerinizi (haramdan) çekin.”