Fasulye
Babam “Nereden verirsen, Tanrı da oradan sana geri verir” diyen ve buna yaşantısının her anını şahit kılan bir aile dostumuzun daveti ile geçtiğimiz haftasonu, anne ve babasının yaşadığı köye gittik.
Köyde doğmuş ve büyümüş biri olarak avucunda toprağı ufalamanın, çayır-çimeni okşamanın, ağaçtan bir yaprak koparıp ağzında ıslatmanın, insanın ruh ve beden sağlığı için ne kadar önemli ve gerekli olduğunu, uzun yıllardır beton ile sarılmış ve boyalarla sınırlandırılmış bir şehir hayatı sürmekten, o hayatın içine doğanları görüp, bildikleri renk sayılarının azlığına şahit olmaktan dolayı, daha iyi hissediyor ve anlıyorum. Belki bu hasret iledir ki saksıdaki toprak bile bana, altın veya gümüş varaklı duvar kağıtlarından daha renkli görünüyor.
Doğanın güzelliğine, dostlarımızın hayatlarındaki doğallık da eşlik edince kendimizi adeta huzur mevsiminde, sağnak mutluluk yağmuruna yakalanmış hissettik. Bahçede tasmasız dolaşan biri anne, diğeri yavrusu olmak üzere iki kirli ama sevimli köpek karşıladı bizi. Ördeklerin çok sesli korosuna, horozlar solo şarkılar ile eşlik ediyor, tavuklar yumurtlamalarının mutluluğunu gururla haykırırken, civcivler küçük harflerle tatlı sözcükler serpiştiriyorlardı rengarenk otların üstüne. Olgun kirazlar gencecik ağaçların dallarını yere doğru sarkıtmış, domates fideleri selvi ağaçları gibi göğe doğru boy vermişti.
İnanma şekillerimizin farklılığı, farklılıklarımızın varlığını kabule engel değildi. İkramlarındaki titizlik, adeta hassas bir fırça ile pamuk tuvale işlenen bir sanat eseri gibi duruyordu. Bildikleri ile sınırlarımıza riayet ediyor, bilmediklerini de saygı ve nezaketle sorup, her hangi bir ihlalden özenle kaçınıyorlardı.
Her ikrama ürkek ve endişeli bakışlarımızı hissetmiş olmalıydı ki evin babası tavuklardan birkaç tanesini bizim için kesip vermeyi teklif etti. Her ne kadar hayır desek de, ısrarları karşı konulacak gibi değildi. Ancak bir sorunumuz vardı. Ben hayatımda hiç tavuk kesmemiştim ve kesebileceğimi de düşünmüyordum. Dostumuzun babası; “Ben sizin için kesebilirim” dedi. “Nasıl istiyorsanız o şekilde keserim” deyince, “Sadece Allah adına kesiyorum demeniz yeterli olur” dedim. Tamam dedi. Tavuk, bıçak, kıble için pusula… Her birimiz kendisinin anladığı dilde söyledik. Bismillahi Allah-u Ekber.
Tabi, eşim bu durumu epeyce sorguladı. Olur mu, olmaz mı? Dinimizce caiz mi, değil mi diye? Bildiğim kadarıyle kendisine izah etmeye çalıştım. Zor olsa da kesilen etin helal olabileceğine ikna oldu. Zira Kur-an’ı Kerim’de ki şu ayetler gayet net. “Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size helal” kılındı. “Allah’tan başkasının adına kesilen hayvan” da size haram kılındı.
Eşimin “Kitap ehli kitaplarını bozdu ama. Kur-an’ın bahsettiği ehli kitap mensupları bunlar olabilir mi?” sorusuna ise ilk etapta cevap verememiş, sonradan kendisine şu bilgileri aktarmıştım. Bu ayetlerin indiği ve Peygamberin olduğu zamanda da zaten o kitaplar tahrip edilmişti. Bu tahribatın varlığı Kur-an’da bildiriliyor ve buna rağmen o kitaba ve peygamberlere inananlara ehli kitap deniliyordu.
Sanırım her zaman ve zeminde bilişsel ve davranışsal duyarlılığın canlılığını muhafaza etmek için bir “öteki”nin varlığı ciddi derecede bir öneme sahiptir. Bu sebeple ehli kitap bir toplumda yaşıyor olmayı bu zaviyeden bir avantaj olarak görüyorum. Ailecek soruyor, sorguluyor ve imanımızı hep taze tutuyoruz inşallah.
Hasılı, izzeti ikram faslına mütekip dostlarımızla doğa yürüyüşüne çıkmak üzere evden ayrıldık. Yol üzerinde vaftiz anne ve babamızın (Godfather ile Godmother) evine uğrayıp onları da ziyaret edebilir miyiz diye sordu dostlarımız. Elbette ki olur. Bizim için hiçbir sakıncası yok dedik. Biri doğumdan sonra (1 ila 1,5 yaşlarında) diğeri de evlilikte olmak üzere her bir kişinin bir veya iki tane vaftiz anne ve babası vardır burada. Sanırım bizdeki karşılığı sırası ile kirvelik ve sağdıçlık müsesseleri oluyor.
Toplumumuza ithal edilen çekirdek aile kavramı ve yaşamı ile dede-nene, amca-hala, dayı-teyze gibi akrabalardan uzak büyüyen/büyütülen nesillerimiz, manevi bağlılık hissedebilecekleri, şefkat ile merhamet görüp-gösterebilecekleri ikinci derece akrabaların yoksunluğunda, daha çok bencilleşti ve neticesinde de yalnız, güvensiz, duygusuz yığınlara doğru evrildi, evriliyor toplumumuz. Kişi ve aileler arasındaki manevi bağlarda şahidi olduğumuz bu aidiyet zayıflamaları, maalesef kirvelik, sağdıçlık ve benzeri toplumsal harç vazifesi gören müesseselerin de yavaş yavaş yok olmasına sebep olmaktadır.
Birkaç yıl önce satınaldıkları bir arazinin üzerine dört duvar, tek çatıdan ibaret bir yapıda karşıladılar bizi vaftiz anne ve baba. Evin yanında ve önünde epeyce geniş bir alanda ekili bostan ve dikili bir çok çeşit meyve ağaçları vardı. Yatacak yer olarak bu yapının içine bir karavan yerleştirmiş, geri kalan alanları da gelişi güzel ve zaruri ihtiyaçlarını karşılaycak şekilde tasarlamışlardı. Evlerimizin olmazsa olmazı olan geniş ve konforlu oturma gurupları, mutfak dolap ve tezgahları, dev ekran televizyonları yoktu .
Buharı üstünde, kokusu her yerde bir fasulye kaynıyordu tencerede. Meğerse dostumuz ve erkek çocuğu fasulyeyi çok seviyor ve vaftiz babaları da fasulyeyi çok güzel yapıyormuş. Bunu sonradan öğrendik. Fasulyeyi yedirmeden göndermem dedi. Birkaç dakika içinde her birine bir kap fasulye ile birer parça ekmek getirdi. Bize de aynı şekilde ikram yapmya hazırlanırken, dostlarımız onları kendi dillerinde bilgilendirdi ve bize o fasulyeden ikram edemediler. Zira fasulyenin içindeki eti yemeyeceğimizi biliyorlardı. Bizim için de turp, domates ve peynirden oluşan bir tabak hazırlayıp sundular. Aç olmasak da ikramı büyük bir zevkle kabul ettik.
Her zaman hatırlar ve özlemle yad ederim. 25-26 yıl önceydi. Ben ortaokulu okurken amcam ve yengemle birlikte onların bir komşusuna misafirliğe gitmiştik. Bize çay ikram etmişlerdi. Plansız olarak, aile dostu bir misafirleri geldi. Sanırım aç olduğunu söylemişti ve onlar da hazırda olan pirinç pilavını ısıtmış, bir baş soğan ve tandır ekmeği ile birlikte ikram etmişlerdi. Misafirin iştahla ve özenle o pilavı yemesinden her birimiz o derece etkilenmiştik ki eve döndüğümüzde hepimizi aynı şeyi söylemiştik. Bir pilav olsa da yesek.
Kapısını plansız çalıp, sofrasına tereddütsüz oturabileceğimiz kaç dostumuz kaldı acaba.
Kaç dostumuz var kurulu soframıza davet edebildiğimiz, telefon etmeden, randevu almadan, kapısına gidebildiğimiz…
Sevdiğimiz yemeği kaç bilenimiz var.
Çok sevdiği yemeği pişirmekten ve sadece onu sofrasına koymaktan utanmadığımız kaç dostumuz var.
Yeşil fusulye, şehriyeli pilav, kuru kayısı, sıcak sütlaç, yumurtanın sarısı ve de dahası…
Her bir yemeğin, yiyecek veya içeceğin özdeşleştiği bir kişi olmalı hayatınızda. Hikayesi ile hayatınıza anlam katıyorsa bir yiyecek, ruhunuzu besliyor demektir. Ruhu aç olanların ise midelerini dolduracak bir yiyecek yoktur.
Dostluğu gösteren dostlarımıza tekrardan teşekkür ediyoruz.