Mazeretlerle Var Olmaya Çalışmak
Gerçeklerimizle değil mazeretlerimizle var olmaya çalışır olduk.
Evet maalesef hayatımızda kalan tek gerçek, gerçekliği olmayan mazeretler yığını olmaya başladı.
Üç duvarı yıkık, tavanı olmayan hayat odasının, mahremiyetini koruduğunu sandığımız perdeler gibidir mazeretler. Dışarı ile bağını koparan, içerideki ampulün ışığını aydınlık sandıran perdeler…
İçimizden söküp kurtulamadığımız kalp ve vicdan gözüne, mazeretlerle perde çektiğimizi sanıyoruz. Nafile.
Ev yapımı mazeretlerle, beynimizde tutuşan farkındalık ateşini, yakıp küle çevireceğimizi sanıyoruz. Beyhude
Kaynağı belirsiz rüzgarlarla, kendimizden çok uzaklara savurmayı planlıyoruz günah küllerimizi. Biçare.
Her esintide biz savruluyoruz ve sürükleniyoruz amaçsızlığımızın pençelerinde köksüz, dalsız ve yapraksız ağaçlar misali.
Farkındayız ve biliyoruz. Farkındalığın ve bilginin sırtımıza yüklediği ağır sorumluluktan çağdaş zaman, farklı mekân ve lüks makam mazeretlerinden uygun olanı seçerek kurtulmaya çabalıyoruz.
Ancak mazeretler üretmeden, gerçeğinin ve gerçekliğinin farkında olarak, gerektiğinde bunu itiraf ederek, kurtuluşa erebileceğimizi unutuyoruz, ihmal ediyoruz.
Yaşadığımız çağ ve zaman ne olursa olsun, Allah’a iyi bir kul olmak için her hususta en iyi örneklikleri Hz. Resulullah (s.a.s) ve onun arkadaşlarının, sahabelerinin hayatında bulabiliriz. Bu sebeple onların hayatını birbirimize anlatmamız, okumamız, hatırlatmamız her zaman büyük önem arz etmektedir.
Bu minvalde mazeretlerinin arkasına sığınmadan, gerçeğini dile getiren, pişman olan, tövbe eden ve tövbesinin kabul olunduğu Kur-an’ı Kerim ile bizlere bildirilen bir sahabenin hayatından kısa bir özeti sizlere hatırlatmak istedim.
K‘B b. MÂLİK
İslâmiyet’i kabulünden önce de şiirleriyle tanınan, Müslüman olduktan sonra Resûlullah’ın şairi sıfatıyla Hassân b. Sâbit ve Abdullah b. Revâha ile birlikte anılan Medine’nin beş büyük şairinden biridir Kâ‘b bin Malik.
Hicretten önce Medine’de İslâmiyet’i kabul etmiştir. 622 yılı hac mevsiminde Resûlullah’ı Medine’ye davet etmek üzere Mekke’ye giden Ensar heyetinde bulunmuştur.
Kahramanlık gösterdiği ve on yedi yerinden yaralandığı Uhud Gazvesi’nde Kâ‘b, Resûlullah’ın (s.a.s) zırhını, Resûlullah da (s.a.s) onun zırhını giymiştir. Uhud savaşında Hz. Peygamber’in öldüğü şâyiasından sonra kalabalığın içinde onu ilk defa Kâ‘b ark etmiş, görmüş ve “Müjdeler olsun ey Müslümanlar, Resûlullah yaşıyor!” diye bağırarak sevinç naraları atmıştır. Resûl-i Ekrem Efendimiz ise parmağını onun dudaklarının üzerine koyarak susmasını söylemiştir.
Tebük Seferi ilân edildiğinde savaşa katılmak üzere binek satın almasına rağmen meyvelere ve gölgeli yerlere düşkünlüğü yüzünden sefere katılmamış, geride kalanlardan olmuştur. Bu durumu kendisi şu şekilde dile getirmiştir.
“Sefere katılmadım, çünkü ilk defa karnım doydu, binecek iki bineğim oldu. Meyvelerin olgunlaştığı bir mevsimdi ve bunları bırakmak istemedim.”
Bugün sahibi olduğumuz mazeretlerimize ne kadar da benziyor değil mi?
Kâ‘b, Tebük seferine çıkan İslam ordusundan sonra Medine’de münafık diye bilinenlerle maddî imkânı bulunmayanların kaldığını görünce çok üzülmüştü. Hz. Peygamber Tebük’e varınca Kâ‘b’ı sordu. Kibri yüzünden savaşa katılmadığı ileri sürülünce Muâz b. Cebel onu savundu. Medine’ye dönüldüğünde savaşa katılmayanlar mâzeret beyan ederek af diledikleri halde Kâ‘b gerçeği itiraf etti. Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.s) ona ve Hilâl b. Ümeyye ile Mürâre b. Rebî adlı iki Bedir gazisine haklarında Allah’ın hükmü gelinceye kadar beklemelerini söyledi. Eşleriyle birlikte yalnız yaşamalarını ve sahâbîlerin de onlarla konuşmamasını tembihledi. Gassân meliki haksızlığa uğradığını söyleyerek Kâ‘b’ı memleketine davet ettiyse de Kâ‘b bu teklifi reddetti. Elli günlük boykotun sonunda nâzil olan âyetlerde onun ve iki arkadaşının bağışlandığı bildirildi (Tevbe Suresinin 117 ve 118. ayetleri).
Andolsun Allah; Peygamber ile içlerinden bir kısmının kalpleri eğrilmeğe yüz tuttuktan sonra, sıkıntılı bir zamanda ona uyan muhacirlerle ensarın tövbelerini kabul etmiştir. Evet, onların tövbelerini kabul etmiştir. Şüphesiz O, onlara çok şefkatli ve çok merhametlidir. (Tevbe Suresi 117. Ayet)
Savaştan geri kalan üç kişinin de tövbelerini kabul etti. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları da kendilerini sıktıkça sıkmış, böylece Allah’(ın azabın)dan yine O’na sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hâllerine) dönsünler diye, onların tövbelerini de kabul etti. Şüphesiz Allah, tövbeyi çok kabul eden ve çok merhamet edendir. (Tevbe Suresi 118. Ayet)
Tebük Seferi’nden geri kalmasının ardından âyet-i kerîme ile aklanması üzerine, Kâ‘b hemen Mescid-i Nebevî’ye gider ve orada Hz. Peygamber ile sahâbîler tarafından tebrik edilir. Kâ‘b tövbesinin kabul edilmesi üzerine bütün malını fakirlere dağıtmak ister. Ancak Resûl-i Ekrem (s.a.s) malının bir kısmını elinde tutmasının daha hayırlı olacağını söylemiştir. O da Hayber’deki arazisini kendine ayırıp diğerlerini infak eder.
Bugün nelerden geri kaldığımızın farkındayız çoğumuz. Belki vicdanlarımız da sızlıyor ve sıkıştırıyor bizi. Ancak ürettiğimiz mazeretlerle yer yüzünü kendimize genişlettiğimizi sanıyoruz. Günahlarımızı kendimize güzelleştiriyoruz. Ve bu sebeple olsa gerek Allah’a gereği gibi yalvarmıyor, tövbe etmiyor, sadece ve sadece O’na sığınmıyoruz.
Eğer Kâ‘b gibi pişman olup onun yaptığını yapabilirsek emin olun huzurun ve gönül rahatlığının nasıl bir şey olduğunu Yüce Allah bize hem bu dünyada hem de ahirette gösterecektir.
Selam ve muhabbetlerimle.