Üç küçük heykel, Üç büyük ders
Birbiri ile savaşmayan ama çekişme ve yarışmayı ihmal etmeyen iki komşu ülkenin hükümdarları her buldukları fırsatta üstünlüklerini kanıtlamak için birbirlerine akıl ve zekâ dolu oyunlar oynarlarmış.
Doğum günleri, bayramlar ve benzeri özel günlerde her biri diğerine değişik ve özel anlamlar içeren hediyeler göndererek zekâsının üstünlüğünü kanıtlamaya çalışırmış.
Hükümdarlardan biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşını huzuruna çağırdı. İstediği, birer karış yüksekliğinde, altından, birbirinin tıpatıp aynısı üç insan heykeli yapmasıydı. Aralarında bir fark olacak ama bu farkı sadece ikisi bilecekti.
Heykeller hazırlanmış ve doğum gününde komşu ülke hükümdarına gönderilmişti. Heykellerin yanına bir de mektup konulmuştu.
Mektubunda şöyle diyordu heykelleri yaptıran hükümdar: “Doğum gününü bu üç altın heykelle kutluyorum. Bu üç heykel birbirinin tıpatıp aynısı gibi görünebilir. Ama içlerinden biri diğer ikisinden çok daha değerlidir. O heykeli bulunca bana haber ver.”
Hediyeyi alan hükümdar önce heykelleri tarttırdı. Üç altın heykel gramına kadar eşitti. Ülkesinde sanattan anlayan ne kadar insan varsa çağırttı. Hepsi de heykelleri büyük bir dikkatle incelediler ama aralarında bir fark göremediler.
Günler geçiyor, bütün ülke hükümdarın sıkıntısını biliyor ama kimse çözüm bulamıyordu. Sonunda, hükümdarın emirlerine riayet etmediği için zindana atılan bir genç saraya haber gönderdi ve bu farkı bulacağını söyledi. Çaresiz ve çözümsüz kalan hükümdar en sonunda, okumuş, akıllı ve zeki olan bu genci de dinlemeye karar verdi ve zindandan çıkarılıp saraya getirilmesini emretti.
Genç önce heykelleri etraflıca inceledi, sonra kendisine çok ince bir tel getirilmesini istedi.
Teli birinci heykelciğin kulağından soktu, tel heykelin ağzından çıktı.
İkinci heykele de aynı işlemi yaptı. Tel bu kez diğer kulaktan çıktı.
Üçüncü heykelde tel kulaktan girdi ama bir yerden dışarı çıkmadı. Ancak telin sığabileceği bir kanal kalp hizasına kadar iniyor, oradan öteye gitmiyordu.
Her bir heykel diğerinden farklıydı. Ama komşu ülkenin hükümdarı en değerli farkın ne olabileceğini soruyordu. Heykellerin arasındaki farkı bulan genç ile bunun hikmeti üzerine konuşan, istişarede bulunan hükümdar, nihayetinde heykelleri gönderen komşu hükümdara bir mektup ile cevap verdi:
“Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir.
Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul değildir.
En değerli insan, kulağından gireni yüreğine, kalbine gömen insandır.
Bu değerli hediyen için çok teşekkür ederim.”
Kıssadan Hisse:
Kulaktan duyduğunu kalbine indirmeden, akıl süzgecinden geçirmeden, üzerinde düşünmeden, bazen aynısını, bazen üzerine az veya çok bir şeyler katarak veya ondan bir şeyler eksilterek başkalarına aktarmak ne o insanın faydasınadır ne de insanlığın faydasınadır. Bunu yapan ya habercidir ya da dedikoducu veya bozguncudur.
Kulaktan duyduğunu, akıl ve kalbine iletmeden unutanın, yani kulak arkası edenin kendisine hiçbir faydası yoktur, olamaz. Zira bunu yapanın herhangi bitki veya hayvandan bir farkı yoktur. Hatta hayvandan daha aşağı da olabilir. Zira bir çok hayvan duyduğuklarını davranışa çevirebiliyor.
Ancak duyduğu güzel sözleri kalbine işleyen, kötülerini ise kalbine gömen insan, hem kendisine hem de çevresindekilere faydalı bir insan olur. Zira kalbe değen güzel sözler o insanın her azasında (yüzünde, gözünde, dilinde) adeta birer gül fidanı olur. Söz ve davranışları ile etrafına gül kokusu salar, huzur bulur ve huzur kaynağı olur.
İşittiği kötü sözleri kalbine yani sinesine gömen ise, o kötülüğün yayılmasını önleyerek yine aynı şekilde güzel bir iş yapmış olur. Bu sayede hem kendisi huzur bulmuş hem de yaşadığı toplumda huzurun tesisine vesile olmuş olur.