Romanı Analizi - George Orwell - 1984
Nihai hedefi, bireyin hakikatle her türlü ilişkisini kırarak onu mutlak biçimde şekillendirilebilir bir varlık haline getirmek olan, farklı düşünmenin imkânsız hale getirildiği, muhaliflerin yok edildiği ve toplumun tüm faaliyetleri üzerinde devletin boğucu bir kontrol unsuru olduğu bir yönetim sistemi hayal edin. Evet, işte o düşündüğünüz devlet yönetim şeklinin adı Totalitarizm’dir.
Yaşadığımız bu dünyada herkes için geçerli olabilecek mutlak ve tartışılmaz tek doğru veya tek gerçek vardır diyebilir misiniz?
Bu soruyu şimdilik aklınızın bir köşesinde tutun lütfen. Size kısaca 20. yüzyılın totaliter rejimlerinin birkaçından bahsedip, ardından bu rejimleri çok etkileyici bir üslup ile anlatan distopik bir romanı inceleyeceğiz. Yazının sonunda ise belki bu sorunun cevabı olabilecek nitelikte bir sonuç çıkarmaya çalışacağız.
1917 ile 1933 yılları arasında Avrupa'da üç totaliter rejim kuruldu: Stalin'in Komünist SSCB'si, Mussolini'nin Faşist İtalya'sı ve Hitler'in Nazi Almanya’sı. Tüm bu totaliter rejimlerin ortak paydasında sınırsız iktidar propagandası, lidere sorgusuz tapınma ve sivillere sebepsiz şiddet kullanımı vardır.
SSCB örneğini ele alalım mesela. 1924'te Lenin'in ölümü üzerine Stalin rakiplerini saf dışı bıraktı ve totaliter bir rejim kurdu. Tüm muhalifleri ortadan kaldırmak konusunda takıntılı ve kararlı olan Stalin ülkeyi propaganda afişleri ile donatıp, rejimine karşı çıkanları düşman ilan ediyor ve onları toplama kamplarına gönderiyordu. Toplanma kamplarında ise benzersiz işkence yöntemleri ile insanlar itaate zorlanıyor, direnenler vahşice öldürülüyorlardı. Adına Gulag denilen ve zorunlu çalışma kamplarından oluşan bu sistem ile 1930 ile 1950 yılları arasında SSCB’de 1 milyondan fazla kişi infaz edilerek öldürülmüştür.
Size savaşın barış, özgürlüğün kölelik ve cehaletin güç olduğunu söylesem muhtemelen beni ciddiye almaz, saçmaladığımı düşünürsünüz. Ancak bu sözler bana değil, George Orwell'in bilim kurgu romanı "1984"e ait. Distopik romanının Okyanusya ülkesinde her sokakta, her binanın girişinde ve hatta her evin içinde bulunan tele-ekranlarda bu sözler yazılıdır. Yukarıda kısaca anlattığımız totaliter rejimlerde de bu ve benzer kavramlar ile insanların algılarına yön veriliyor, gerçeklikle bağları koparılıp sınırsız itaate sevk ediliyorlardı.
1984 Romanın totaliter lideri olarak Big Brother sert bir yüze sahiptir. "Big Brother sizi izliyor" afişleri ülkenin her yerinde ve her evde asılı durumdadır. Vatandaşlar üzerinde bir korku ve kontrol unsuru olarak tele-ekranlar, her bir bireyin 24 saatini gözetlemekte ve dinlemektedir. Aynı zamanda tele-ekranlar aracılığı ile sürekli propagandalar yapılmakta, vatandaşların itaatleri pekiştirilmektedir.
Tüm bu baskı ve sıkı kontrollere rağmen vatandaş isyan etmemektedir. Çünkü yapılan propagandalar ile hükümet, halkı kendi tarafında tutmaya ve kendisine taraftar olmaya ikna etmekteydi.
Hükümet yani Big Brother, sürekli olarak bir düşmanının olduğu söylemektedir. Amaç, "biz ve düşman" algısı ile yurttaşın öfke ve nefretinin hükümete yönelmesini engellemektir. Nitekim bireysel özgürlükleri savunanlara da düşman denilmektedir. Düşmana yönelik nefret haftaları adı altında büyük toplantılar düzenlenmekte ve vatandaşların nefret duyguları canlı tutulmaktadır.
Toplumun çoğunluğu farkında olmasa da Okyanusya’yı yönetenler insanların her türlü duruma uyum sağlayabilme yetisine sahip olduklarını biliyor ve ona göre yaşam şartlarını dizayn ediyorlardı. Yani onlara, kendi çıkarlarına göre düzenledikleri sistemin içinde kalmayı dayatıyorlardı. İnsanların yapmak istediklerine müsaade etmiyor, kendi istediklerini onlara yaptırıyorlardı. Sistemin dışına çıkmaya yeltenenleri ise dışlıyor, farklı işkence metotları ile yeniden sistemin içine girmeye ikna ediyorlardı. Hatta bu muhalifler bir müddet sonra sistemin en büyük savunucuları olmaya başlıyordu.
Açlıktan ölse de, günde yirmi saat çalışsa da, her gün aynı gömleği giymek zorunda kalsa, bebeklerine süt alacak parası kalmasa da onları çok iyi durumda olduğuna inandırırlardı.
Sanırım buraya kadar anlattıklarımdan 1984’te anlatılan Okyanusya’da ifade özgürlüğünün de olmadığını anlamışsınızdır. Ama Big Brother, sadece insanların kafasında iktidar karşıtı fikirlerin ifade edilmesini değil, bu fikirlerin oluşmasını da engellemekteydi. Bunu da “Yenikonuş” adı altında bir sistem ile sağlamaktaydılar. Yenikonuş ile, düşünce ve ifade alanını en aza indirmek için her yıl sözcük dağarcığını daraltarak insanların söylediklerini, düşündüklerini ve hatta hissettiklerini kontrol altına alıyorlardı.
Big Brother’ın partisi, insanların beyinlerini yıkamak için iki yöntem uyguluyordu: Biri kin ve öfke aşılayan propaganda tekniği, diğeri ise zihin manipülasyonu. Yani yanlışı doğru, sahteyi gerçek gibi algılatmak suretiyle zihinleri de işgal altına alıyorlardı. Örneğin, iki artı ikinin dört değil, beş olduğuna ikna ediyor, inandırılıyordu muhalifler. Bu suretle gerçek algısı değişen muhalifin, muhalefet edebilme kabiliyeti de yok oluyordu.
Öte yandan Okyanusya’da iktidar toplumda, birbiriyle çelişen iki düşünceyi, zihinde bir arada tutma ve bu düşüncelerin ikisine de aynı anda inanabilme yeteneğini, yani “çiftdüşün”ü destekleyip yayıyordu: ‘Savaş barıştır’, ‘sevgi nefrettir’, ‘cehalet mutluluktur’, ‘kölelik özgürlüktür’… Bu nedenle Doğruluk Bakanlığı tarih dâhil her bilgiyi durmadan güncelliyordu. Beyazın siyah olduğunu bilip buna inanmak için, o güne kadar doğru bilinenleri unutmak gerekiyordu. Bunun için tarihi gerçekler değiştiriliyor, tarih sürekli yeniden yazılıyordu. Çünkü bir toplumun dilini kontrol edersen düşüncesini de kontrol edebilirsin. Düşüncesini kontrol edebildiğin bir toplum ise artık bir koyun sürüsünden farklı değildir ve istenilen yöne rahatlıkla sürülebilir.
Şimdi gelelim ilk girişte sorduğumuz soruya ve tekrar soralım. Sizce herkes için geçerli olabilecek mutlak ve tartışılmaz tek doğru veya tek gerçek var mıdır?
Muhtemelen bir kısmınız var diyecek, bir kısmınız da yok diyecektir. Hatta bir kısmımız da kararsız kalacaktır. İşte bizi insan yapan ve her birimizi özel kılan da budur. Kimin ne düşündüğü, nasıl düşündüğü veya neye inandığı önemli değildir. Her kesin kendi düşüncesini ve inancını başkasına zarar vermeden özgürce yaşayabilmesidir önemli olan.